8 Aralık 2017 Cuma

İnanırsan dünyayı değiştirebilirsin!

İnancın ne demek olduğunu, yaşamış büyük insanların, en başta peygamberlerin hayatlarına bakarak algılayabiliriz. İnsanların, ülkelerin hatta dünyanın değişimi inançla mümkündür. İnsana verilen düşünme gücü, diğer varlıklardan ayıran değil mi bizi? O zaman neden düşünmek yerine, ezberliyoruz, inanmak yerine vazgeçiyoruz? Neden gücümüzü kullanmıyoruz, hem kendi dünyamızı hem de çevremizi değiştirebilmek için? Belki de bu güce ulaşmamız için bizi engelleyen kendi olumsuz düşüncelerimiz veya başkalarının fikrini gereğinden fazla önemsememiz.


Birgün muhakkak iyilerin kazanacağına ben yürekten inanıyorum, ilahi adaletin her an tecelli etmekte olduğuna, masumların da yüzlerinin güleceğine derinden inanıyorum. Belki zaman bizlere unutturuyor, ama dertlerden sonra gelen neşenin kıymetini biliyor muyuz? İçtiğimiz suyun lezzeti susuz kaldığımız zamanla doğru orantılı değil midir? İhtiyacımız olanı bize istemeden sunduğunda anmayı unuttuğumuz Allah'ı tanımak için ona muhtaç kalmamız, onun bize kalbimizdekileri vereceğine iman etmemiz gerekmiyor mu? Sahip olduklarımızın gerçek sahibini ne kadar tanıyoruz? Ne kadar iman ediyoruz? Bize verilen iradeyle neleri seçip, neleri gözardı ediyoruz? Seçtiğimiz yolların sonuçlarına katlanmaya hazır mıyız? Bu seçimi canımız nasıl isterse öyle mi yapıyoruz, çevredekilerin onaylaması için mi yoksa sadece Allah rızası için mi yapıyoruz?

Bazen kendime iman eden bir kalpten daha değerli ne olabilir diye soruyorum, inancı umudu satın alabilecek, onun verdiği huzuru verebilecek birşey bulamıyorum. İnsanlara bunu hatırlatmak zorundayız. Umudunu, yaşama sevincini kaybetmiş insanlar kendilerine de çevrelerine de zarar veriyorlar. Belki karanlık tarafa geçiyorlar, nefsleriyle başbaşa kalarak. Oysa yalnız değiliz, bizi yaratan ihtiyaçlarımızı veren Allah her daim bizi görmekte, dualarımıza cevap vermekte. Fakat biz ne kadar samimi yöneliyoruz. Maddi sevgilerden ne kadar arınabiliyoruz, kalbimize Allah sevgisi girecekse, diğer sevgileri birbir çıkarmamız gerekmez mi? Herşeyi yaratanı seversek zaten yaratılanlar da sevimli gelir bu gözlere, gözü veren Rabbimi tanırsam, görebildiklerime de şükretmem gerekir. Bütün bu verilenlerin karşılıksız verildiğini hatırlarsak Rabbin cömertliğini görürüz, biz fakirden bir ekmek parasını sakınırken, yağmurlarla su veren, topraktan türlü türlü nimet çıkaran Rabbimizi anıyor muyuz? Allah ahlakıyla ahlaklanmak ne demek anlıyor muyuz?

İman eden kişi yalnız kalsa da Allah'ın onu unutmadığını bilir, fakir ve hasta düştüğünde, zulme uğradığında bu imtihanlarla Rabbine yaklaşacağını, onu daha iyi tanıyacağını bilir. Dünya nimetleri içinde zevk içinde yaşamak için gelmedik, düşünmek ve inanmak sonra Allah'a kul olmak için geldik. Bizi o yaratmış, isteseydi iman ederdik diyenler olacaktır elbet; Allah sana gerekli bütün donanımı vermişken, düşünmek, dünyaya düşünen gözlerle bakmak, sana gelen hakikati ilmi değerlendirmek de senin görevin. Neden diğer canlılarda olmayan düşünce, iman gücünün sana verildiğini sorgulamadan yaşama, Allah herşeyi uyum içinde yarattığına göre, sana bu aklı neden verdiğini de unutma. Verilen nimetler değerlendirilmek içindir, israf etme, böyle gelmiş böyle gider, ama herkes böyle yapıyor deme.

İnanan, inandığı şekilde yaşayan insan öncelikle kendini, çevresini, sonra da bütün dünyayı değiştirebilir. Allah'ın yarattığı düzeni yargılamak yerine algılamaya çalışan, iyi işler yapmayı hedefleyen herkes bir gün başarıya ulaşır. Bu başarı insanın imanının sonucudur, ve gayretinin, bütün olumsuzluklara rağmen kalkıp; ''Vardır bunda da bir hayır'' demesindedir. Biz Allah'a peygamberlere, kitaplara, meleklere, kadere iman etmek üzere, bu düzenle uyum içinde yaşamaya geldik; nankörlük eder kibrimizde boğulursak, düzeni bozmak için çabalarsak elbette bunun sonucunu yaşarız ve pişman oluruz. Bize verilen gücün farkına varalım, düşüncelerimizi Allah'ın yarattığı düzene uyumlu hale getirelim, verilen gücü kötüye değil iyiye kullanalım. Kuran insanın kullanma kılavuzudur bana göre, onsuz insan neyin doğru olduğunu nasıl bilebilir? Düşünebilir ama aklına gelen binlerce düşünceden hangisine itimat edeceğini bulamaz, yolunu şaşırır.

İnsanların birbirine sevgiyle bakması, karşılıksız yardım edebilmesi, kalp kırmaktan çekinmesi hep Allah'a imanının neticesidir. Bize ait olmayan bir dünyada bize ait olmayan savaşların, hırsların içinde kaybolmayalım. Bugün dilerim ki, iman eden her kalp çevresini güneş gibi aydınlatsın, ısıtsın. Tüm olumsuzluklara rağmen inancınız sarsılmasın, Allah sabredenlerle beraberdir. Hayırlı cumalar, selamlar...

25 Eylül 2017 Pazartesi

Öze ulaşma yolunda

Hepimiz zeytinyağının sağlığa faydalarını, lezzetini biliyoruz, peki zeytinlerin bu yolda çektikleri sıkıntıyı düşünüyor muyuz? Zeytinyağı malum, zeytinlerin ezilmesi ve sıkıştırılmasıyla elde ediliyor, bu esnada zeytinlere ne olduğuyla ilgileniyor muyuz? En faydalı en lezzetli kısmına özüne ulaşabilmek için ne eziyetler ediyoruz güzelim zeytinlere, bu reva mı şimdi?

Hayatımızda yaşadığımız acıları, kırgınlıkları, üzüntüleri anlata anlata bitiremiyoruz ya, bir de zeytin açısından bakalım istedim. Bu sıkıntıların, bu acıların bizlere neler öğrettiğini, bizi hangi noktalara, hangi bilince ulaştırdığını unutarak, sadece çektiğimiz sıkıntılara yakın çekim yapıyoruz ya, ondan bahsediyorum. Herkes dertli, herkes sıkıntıda tamam, peki öze ulaşanlardan bir söz, bir cümle ulaşmıyor mu bizlere, yoksa dertlerimizle meşgulken onları işitmiyor muyuz?

Zeytinyağı olmak üzere ezilen zeytinler herhalde kendi feryatlarına o kadar kapılmışlar, ezilmiş büzülmüş bedenlerine acıyarak bakmaktan yorulmuş olmalılar ki, biraz ilerde altın sarısında ışıldayan kendi hakikatlerini görmekten uzaklar. Bu hakikati görseler belki acılarını dindirecek bir neşe ve mutluluk kaplayacak onları. Acılar içinde kıvranırken hakikati aramanın vakti midir şimdi? Aslında tam da vaktidir, hayat bizi ezerken; üzüntüler, hayal kırıklıkları ile boğuşurken aslında özümüzü görmenin, fani olanı geride bırakmanın tam da vaktidir.



Kimi zeytinler zeytinyağı olmak üzere seçildiler, kaderlerine boyun eğerlerse, artık önceki hallerinden daha değerli birşeye dönüşecekler. Ya acılar içinde kıvranan insan da, daha değerli bir noktaya taşınıyorsa ilahi düzende? Özüne ulaşmak için bir yola çıkarıldıysa bilerek veya bilmeyerek, yolculuktaki sıkıntılara mı varacağı güzel noktaya mı odaklanmalı insan? Çekilen acının, insanı bir noktaya ulaştırma, hakikatine özüne yaklaştırma gibi bir görevi varsa? O zaman insan derdini de sevebilir, derman da kendisi olur bu yolda. Diğer zeytinlere de altın renkli yağı gösterip, hakikatlerine yolculuk ettiklerini hatırlatabilir. 

23 Eylül 2017 Cumartesi

Çocukluk hayalleri

Çocukluğumda kurduğum hayallerle yaşıyorum bir süredir. Zamandan, mekandan, insanlardan çok kendi hayallerime dönmenin mutluluğu ve yalnızlığı içindeyim. Kendin olmanın bu kadar zor olduğunu bilmiyordum. Hiç kendim olmayı denemediğim için olabilir mi? Çocukluğumda uslu olmak, sessiz durmak herkesin beğenisini kazanmam için yetiyordu. Yaşımdan olgun bir insandım her zaman, o karakter meselesi ama düşündüklerimi çoğu zaman gizlemek zorunda kalmak, saçma şeyler yapmamak bir çocuk için çok zordu. Çocuk hayatı keşfetmeye gelmişti işte, süs bebeği gibi bir köşede durmak ve takdir toplamak için değil ki. 
Ben kendi çocuğuma nasıl davranıyorum peki? Sınırlarımı koruyamıyorum, benim çok fazla ve gereksiz bulduğum sınırları ona koyamıyorum. Benim yaşadığım bunalımları yaşamasın istiyorum. Hayat biraz onun istediği gibi renkli ve neşeli bir dünya olsun. Büyüklerin karanlık sokaklarında çocukların gökkuşağı renkleriyle dansettiklerini düşünüyorum. Tahammül edemiyoruz değil mi bu kadar renge, ışıltıya; bu kadar saf mutluluğa, çocuklarımızı da biran önce hesaplı ve mutsuz hayatlarımıza adapte etmek zorundayız. Biran önce öğrenilmiş tepkiler kazandırmak zorundayız, doğal tepkilerini kabullenmemiz mümkün değil! Onlar bu dünyaya geldiklerine göre bizim kurallarımıza adapte olmalı ve gereksiz neşeden, sonsuz sevgi fikrinden hemen kurtulmalılar. Hayat sevmek, paylaşmak ve oyun oynamak için değil bunu öğretelim. Hayat her hareketini hesap edip, hayranlık ve alkış toplamak, sevmediğin işlerde çalışıp kariyer yapmak, para kazanmak değil mi bizlere göre? Hadi bunu öğretelim, gökkuşağı renkleri kaybolsun, karanlık silüetler olarak sokaklarda dansetmek yerine ayaklarını sürüyerek yürüsünler. Ne kadar çabuk öğretirsek o kadar iyi.

Küçücük bebekler için, ağladığında kucağınıza almayın, beraber uyumayın, bırakın yalnız kalmayı öğrensin diyor kimi uzmanlar. Tam da bunun için gelmişti bebek dünyaya değil mi? Birlik ve beraberliği, paylaşmayı değil yalnızlığı öğretelim, tek başınasın kimseye acıma, ağlayanı umursama fikirlerini baştan verelim. Böylece yalnızca hayatta kalmak için mücadele veren ama hayatın gerçek mutluluğunu hissedememiş, hayata dokunamamış insanlar yetiştirelim. Hesaplanmış hayatlar yaşamak ve yaşatmak değilse amacımız, neden özümüzden, içimizdeki sevgiden bu kadar uzağız? Neden fani hayatın geçici değerleri için kısacık ömrümüzü mutsuzluk içinde heba edelim ve mutlu olmadığımız anlarda da ''mış gibi'' görünmek adına fotoğraflara gülümseyelim.

İnsanın büyük bir samimiyetle gülebileceğini, büyük bir samimiyetle hüzünlenebileceğini bize çocukken unutturdular sanırım. Halinden memnun, azla yetinebilen mutlu insanlara duyulan büyük nefretle; ağlayan, sıkıntıda olan insana karşı duyulan büyük ilgisizlik beni rahatsız ediyor. Vicdanı olan çocuklar yetiştirmek yerine, kariyerli çocuk yetiştirme hevesindeki ailelere duyurmak isterdim sesimi. Çocuklar bizim projelerimiz değil ki, onlar rengarenk karakterleri, ışıl ışıl gülüşleri ve içten dökülen gözyaşlarıyla rehberlerimiz olabilir ancak. Çünkü gerçeğe, hakikate bizden daha yakın olmaları mümkün. Hakikatinden uzaklaşmış insanlar olarak, çocukluğumuza geri dönme vakti gelmiştir belki bizim için de. Ancak o saf sevgiyi, beklentisiz ve çıkarsız yaşamanın mümkün olduğunu hatırlarsak bizler de gökkuşağının bir rengi olabiliriz diğer renklerle ahenk içinde. Bize öğretilen sınırlar, belki de hakikatimizin hepsinden değerli olduğunu anladığımızda yıkılacak. İşte o anda masmavi bir deniz, altın sarısı bir kumsal ve neşeli çocuklarla bir düşün içine yolculuk başlayacak.

6 Mayıs 2017 Cumartesi

Sen kimsin?

Konumuz kibir ve gurur. Başlıksa kişisel bir tecrübeden hareketle atıldı. Ortaokul yıllarımdı, babam tartıştığı birisinden bahsederken ''sen kimsin?'' dediğini anlatıyordu, yüzünde küçümseyici bir ifade; ben de odadaydım, bu konuşmanın üzerine ''sen kimsin ki?'' dedim babama, babamın üzerime yürümesi, annemin onu tutması; annemin ısrarıyla ve bir hışımla kendi odama gitmem. Benim düşüncelerim bugün de aynı: biz kimiz ki başkalarını küçümsüyor, onları yargılıyoruz? Neyiz bu evrende, neyimizle övünüyoruz? 

İnsan kendi ailesini bile seçemiyorsa ancak kendini düzeltmeyi amaç edinmeliydi. Tabi gençken herkesi ve herşeyi düzeltebileceğime olan sonsuz inancım kırıldı zamanla ama bu lafı unutmadım. Ve başkasına söylerken kibirden dört köşe olduğumuz bu lafı başkasından duymanın getirdiği öfkeyi de. Kendisine yapılmasını istemediği her davranışı başkasına yapanlara ne diyebiliriz ki? Kuran'da anlatıldığı üzere Allah zulmetmiyor bize, kendimize zulmediyoruz. Hiç düşünmeden konuşuyor, düşünmeden hareket ediyoruz; bize farklı ve anlaşılması zor gelen her düşünceden, her hakikatten ardımıza bakmadan kaçıyoruz. Kaçarken, hakikati söyleyen insanları da paramparça ediyoruz ki hakikatin zerresi kalmasın artık, kimse bize işittiremesin doğruyu. Sonuç; belki de kurtuluşumuz olacak bir fikri savuşturmanın verdiği rahatlıkla kendi dünyamıza dönüp bir oh çekiyoruz. Yalanlar üzerine kurulu bir hayal dünyasındaysak ve farkında değilsek, bunu hiç düşünmüyoruz. Zaten ben demekten, benim fikirlerim, benim doğrularım demekten hakikati aramaya da pek zaman kalmıyor. Peki ya en değerli hediye olan zaman bize hakikati aramak için verildiyse? Ve biz edindiğimiz iki üç beceri ve bilgiyle hava atmaya uğraşırken işin aslı hiç de böyle değilse?

Kibir Allah'ın sevmediği özelliklerdendir evet, fakat kibir ve tüm kötü huylarımızla biz kendi kendimizi mahvederiz sadece. Yani öğüt veriliyorsa bizlere bu kendi iyiliğimiz içindir. Yoksa Allah bizden kat kat imanlı ve kat kat iyi insanlar yaratmaya muktedirken ona bir fayda ve zarar sağlama düşüncesi yanlıştır. Biz kendimiz doğru yolu buluruz ve Allah'ın izniyle çevremizde güzelliği ve doğruyu arayanlara yardım ederiz, yapabileceğimiz bundan ibarettir, değil gezegenleri, bir atomu dahi bir yörünge üzerinde hareket ettiren güç bizde değil, zerresinden bütününe kadar bizim kontrolümüzde olmayan pek çok şey varken hatta hayatlarımız pamuk ipliğine bağlıyken neyin kibri be kardeşim? Ahmed Hulusi hocam bir yazısında ''Arıya vahyeden Allah sana vahyetmiyorsa neyleyim'' diyor. Arı yolunu biliyor ve o yoldan gidiyor; bizlerse yolumuzu şaşırdığımızda bize yol gösterenlere sırt çevirip, Allah'ın vahyine değil kendi nefsimize göre hareket ediyoruz. İşte bu noktada kibir en büyük düşmanı insanın, doğruyu bildiğine olan inancı hakikati aramasına büyük  bir engel. 

Sürekli ben diye dolaşanlardan uzaklaşmak en güzeli, onlar Allah kullarını değil kendilerine kul olacakları, kendilerine itaat edecekleri aramaktalar. İnsanlara kul olmayı; ve onların Allah'ın hükümlerine ters düşen kurallarına göre yaşamayı putperestlikten farklı görmüyorum. Nasıl ki putlar yıkılmaktan kendilerini koruyamıyorsa, ne kadar büyüklenirse büyüklensin insan da başına gelecek felaketlerden Allah'ın yardımı olmadan korunamaz. Haddimizi bilmek belki zor gelir nefse ama huzura kavuşmak için buna muhtacız. ''Sen kimsin?'' den önce ''ben kimim?'' demek gerekir belki de..

11 Mart 2017 Cumartesi

Sınırlarımızı bilerek yaşamak


Tek başımıza düşünmek ve hareket etmek mümkün mü? Bir toplum içinde yaşadığımız sürece başkalarının tutum ve davranışlarını gözlemliyor, örnek alıyor veya onları eleştiriyor hatta yargılıyoruz. Bilgi çağında yaşadığımızı düşünürsek, herkes her konuda bilgi sahibi ve bu bilgiler yeni şeyler anlayıp keşfetmekten çok başkalarının hayatlarını eleştirmek üzerine kullanılıyor. Peki bir sınırı olmalı mı bu eleştirmenin? Biz gerçekten de düşünme konuşma gibi yetilerimizi başkalarını eleştirmek için mi kullanmalıyız? Veya yapıcı yorumlara ve eleştiriye hiç gerek yok mu? Bu sorulara cevaplar arayalım bu yazıda.

Denge insan hayatının en önemli konularından biri ve bu denge yaşamın her alanında hedefimiz olmalı. Yani hepimiz yemek yiyoruz ama birtakım yiyecekleri fazlaca tüketip diğerlerine burun kıvırınca rahatsızlıklar yaşıyoruz. Aynı şekilde spor yapıyoruz ama bunu da abarttığımızda vücudumuza zarar verebiliyoruz, hiç yapmadığımızda da keza aynı şekilde. Yani hayatın her alanında dengeyi bulmanın önemli olduğunu düşünüyorum. Bu davranış ve tutumlarımız için de geçerli. Hayatımızı başkalarını düzeltmek, onları eleştirmek, onlardaki kusurlarını aramak üzerine kurgularsak, dengeyi bozmuş oluyoruz. Biz neresinde kalıyoruz bu hayatın ve biz özeleştiri yapabiliyor muyuz? Veya bizi de aynı şekilde eleştirmeleri ve yargılamaları hoşumuza gider mi? Tüm bu sorular insana sınırlarını çizmesi için bir yol gösterir belki. Bizim hayatımızda karışılmasını istemediğimiz noktalara başkalarının da hassas olabileceğini düşünmek çok zor değil. Aynı şekilde başkalarının hayatını öğrenmek, irdelemek için harcadığımız fazla enerjiyi ve zamanı kendimizi tanımak, keşfetmek için kullanmak daha yerinde olur.

Peki hiç kimsenin hayatına karışmayalım, bize de karışmasınlar, böyle birşey mümkün mü? Aslında çevremizdeki insanların öğütleri, yorumları değerlidir. Çünkü her insan tecrübe ettiklerini bildiklerini aktarmak ister. Büyüklerimiz, öğretmenlerimiz çok güzel öğütler verdiler bize, kitap okurken aslında yazarın öğütlerini dinlemiyor muyuz kendi sesimizden? Fakat burada niyet ve üslup çok önemli. İnsanların hayatına onlara iyilik yaptığımızı düşünerek zarar verdiğimiz de olur, sadece niyet demedim bu yüzden. İyi niyetli dahi olsak kırmadan ve karşımızdakinin de özgür, düşünebilen bir insan olduğunu bilerek konuşmalıyız. Bu ailemiz arkadaşlarımız veya komşumuz olsun farketmez, herkes farklı imtihanlarla sınanıyor, farklı fıtrata sahip, dolayısıyla biz ancak öğüt verebiliriz. İnsanın hayatındaki tekamülü sağlaması kendi azmine ve çabasına bağlı. Kuran peygamberlere ve müminlere öğüt vermelerini söyler. İnsanları zorlamalarını, dışlamalarını değil. Her insan kendi sınavına tabiidir çünkü, zarar görmesinden korkarak yanlış yapmasından korkarak karışıyoruz başkalarına ama bilmiyoruz belki de öğrenmesi için o yanlışı yapması gerek.

O yüzden üzmeyelim kendimizi, başkalarının hayatlarına onlara yardım edebilecek müdahaleyi yaptıysak gerisi onlara kalmıştır. Evladımız dahi olsa onu adam edecek olan biz değiliz, biz kendi doğru ve değerlerimizi ona en güzel biçimde sunmakla yükümlüyüz. İnandığımız değerleri Kuran'ı, evreni anladığımız kadarıyla aktarırız. Karşıdaki heybesine neyi doldurmak isterse doldurur ve yola öyle devam eder. Aynı şekilde bize yapılan eleştiriler de bizi üzmemeli, haklı eleştirilerde kendimizi düzeltmeyi, haksız olduğunu düşündüklerimizi ise zamana bırakmayı öğrenmeliyiz. Zamanla doğruyu görmek mümkün olacaktır. Ama bunun için önyargısız bakabilmek, kendimizi merkez dışardakileri düşman görmemek gerekir. Dengeli huzurlu bir yaşam dileğiyle..


27 Ocak 2017 Cuma

İnsan doğaya ne kadar müdahale etmeli?

Bana göre en çok tartışılması gereken konulardan bir tanesi bu: insan doğaya ne kadar müdahil olmalı? Doğanın işine karışmak o kadar normal hale geldi ki, bu sistemi yaratanın Allah olduğunu sanki unutmuş gibiyiz. Sistemi kusurlu bulup düzeltme yarışındayız hep beraber. Kendimiz için daha rahat bir hayat isteğiyle bu işi yapıyoruz evet ama devamlı doğaya zarar vererek huzurlu kalamayacağımızı anlamak zorundayız. 

Bu yazıya özellikle evcil hayvanların kısırlaştırılmasıyla ilgili bir başlık atacaktım ama konunun çok daha derin olduğunu düşündüm, bizler herşeye müdahale etme hakkını nerden aldıysak artık, evde hayvan besleyelim ama çiftleşme döneminde huzursuzluk yaşamayalım diye kısırlaştırılan pek çok hayvan var. Bir kere kimse evinde hayvan beslemek zorunda değil, ikincisi zaten bu hayvanların eğer doğumdan itibaren evde bakılmadıysa doğal ortamı da ev değil. Hem dört duvar arasında sıkıştırıp hem de gayet doğal bir hakkını elinden alıyorsunuz. Kimi ülkelerde bunun yasak olduğunu öğrenip sevindim. Hepimiz ergenlik dönemi geçirdik ama kimse bizi kısırlaştırsın istemezdik kanımca. İnsan hayvan besleyebilir, ona bakabilir ama evine alıp sonra da kendi düzeni için doğadan ve hayvanın kendi doğasından uzaklaştırmasını insani bulmuyorum. Zaten insanın genel olarak doğayı bozup betonarme kentler inşa edip kendini bir küçük bahçeye bir yeşil parka hasret bırakmasını da normal karşılamıyorum. 

Kendine acımayan başkasına hiç acımaz tabi ki, biz kendi sağlığımızı hiçe sayarak ağaçtan, topraktan, hakiki benliğimizden uzak kalmayı göze alıyorsak, hayvanlara da bunu yapmamız normal. Ama evdeki hayvanın kısırlaştırılması durumu bence insanın doğadan gitgide koptuğu gibi, onun yasalarını düzenini de hiçe saymasıdır. Bu yasaları bu düzeni kuran kimdir bunu düşünmeye fırsatı yok gibi kimsenin. Oysa bu ömür tam da bu fırsatı değerlendirmek için verildi bize. Sığ görüşlerimizle doğadaki çarpıklıkları değil kendi düşünce sistemimizdeki çarpıklıkları onarma vakti gelmiştir diye düşünüyorum. Hayırlı günler...

Yaşam ve Ölüm

Doğumu mucizevi bir olay kabul ediyoruz fakat ölüm neden hep kötü şeyler hatırlatır bizlere? Başka bir boyuta geçeceğimize inanan herkes iç...